30 Temmuz 2012 Pazartesi

ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.


her dokunuş, her temas ruhta, tende iz bırakır. kimi zaman bir koku alır bizi uzaklara götürür. o koku öyle bir kokudur ki adeta bizi bir zaman makinesiyle ilk duyduğumuz güne ışınlar bizi. belki o anı hatırlamak için günlerce uğraş veririz de yapamayız. ama birdenbire gelen o koku bütün parçaları yerine oturtur. ya da kıvılcımı çakıp kaçar içimize ansızın. en eski, en derin yaramızı yeniden kanatır. 
benim masumiyet müzesi'ni çok sevmem misal bundan kaynaklanıyor. bir konser bileti, bir peçete, belki bir bozuk para, bir çakmak, teki kaybolmuş bir küpe nasıl da götürür insanı uzaklara. şaşırmışımdır hep bu tetikleyicilere. 


“ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.”
anayurt oteli'nden geriye işte bu cümle kalıyor. belki sayfalarca yazarak, saatlerce dinleyerek anlamlandıramayacağınız bir kavram tek cümlede özetleniyor. kendinizi yalnız hissetmenin, yabancılaşmanın romanı biraz da bu kitap. "dayanılacak gibi olmayan özgürlük", ruhsal çözümlemeler, monologlar derken bir solukta bitiveriyor.
kitap okurken fonda hafif bir müzik çalsın ister ya insan, ben de öyle yaptım anayurt oteli'ni okurken. rastgele bir şarkı açtım. tam da girişteki o vurucu cümleyi okurken shuffle mucizesi denen güzellik karşıma bebe-tu silencio çıktı. kim bilir ne zaman bulduğum bir albümdü, belki de daha önce hiç dinlememiştim hatta. gün bugünmüş. bebe’nin alıp götüren sesi ve “sessizlik, yalan söylemenin en zarif, en şık halidir” diyen tu silencio.


hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inananlardanım. o yüzden belki benim bilmeden yakaladığım bu uyumu siz de yakalamak isterseniz bu ikiliyi mutlaka birlikte alın derim. hatta beğenirseniz yola buika ile devam edin. 40 derece sıcakta bunalım edebiyatı okumak bana göre değil derseniz de "haklısınız" derim. herkes benim gibi ruh hastası değil sonuçta. ama mutlaka okuyun. ister bir kış gecesi, ister deniz kenarında ılık bir rüzgar eserken. gecikmeli ankara treniyle gelen kadın gibi, hep geç kalan o treni bekleyen zebercet gibi, roman basılırken ismi semra’ya çevrilen zibende* gibi roman kahramanları kaç kitapta karşımıza çıkar sorarım size?

* “faruk'un romanda semra diye okuduğumuz yengesinin adının, yazılışta zibende olduğunu öğreniyoruz. "zibende", yaraşıklı, yakışıklı, süslü demek. "zebercet"in anlamı da, zümrütten daha açık yeşil bir süs taşı. biri takıp yakıştıran, öbürü yakışan. yayımcının önerisiyle, zibende'nin adı "semra" olmuş. bu değişiklik olmasaydı -belki de yazarın kurduğu- 'yakıştıran-yakışan' ilişkisini de görecektik.”

Hiç yorum yok: