20 Kasım 2012 Salı

rüya





“görüyorum kumsaldasın

gün batıyor usul usul

o yüzden ordasın

uzakta gemilerle oyunlar oynuyorsun

orda olmak isteyince beni hatırlıyor

ve korkuyorsun

ben uyanıyorum

ben rüyamda bile seni özlüyorum.”




bazen bir rüyadan uyanmış gibi oluyorum. kan ter içinde uyanıp neyin peşine düştüğümü düşünüyorum. rüyamda bir bir ellerinden her şeyi alıyorlar. o şey her neyse tıpkı filmlerdeki gibi ellerimden kayıp gidiyor. neyin peşine düştüğüm konusunda hiçbir fikrim yok, sadece kovalıyorum. ama tutmaya çalışmam, peşinden koşmam ve diğer tüm çabalarım karşılıksız kalıyor. sonrası “fade out” zaten, ne kadar zorlasam da daha ileriye gidemiyorum.

sonu olmayan hikayeler var. kafanızda bir türlü bir yere yerleştiremediğiniz, o “fade out”larla ellerinizden kayıp giden sonlar. zamansız ölümler, beklenmedik ayrılıklar. işte onları hiçbir yere koyamıyor insan. hayat çok keskin çizgilerle ayrılmamış belki; belki de bu nedenden dolayı bizden bir çizgi çekmemizi istiyor. bazen iki yolu kavuşturan bir köprü, bazen bir ismin üzerine kırmızı bir çarpı, bazen de iki ismin arasına bir kalp çiziyoruz. kafamızda bitirdiğimizi sanıp sonra o çizilen yola devam ediyoruz. ne yolumuzu, ne de çizgimizi unutmamalıyız çünkü.



insan bir yakınını kaybettiğinde, ayrıldığında veya türlü sebeplerle ondan uzak düştüğünde yavaş yavaş unutmaya da başlar. önce anılar yok olur. o birlikte gittiğiniz mekan artık hiçbir anlam ifade etmemeye başlar. yaşadığınız mutluluklar, ağladığınız geceler bir bir uçar gider. sonra da yüzler.. sanırım en çok acıyı da bir insanın yüzünü unutmak verir. bazen saatlerce bir insanın gözlerini hatırlamaya çalışırsınız; ama yapamazsınız. artık öyle bir noktaya gelmişsinizdir ki o sizin için artık bir siluete dönüşmüştür. peki ya koku? alakasız bir zamanda gelir de burnunuza dolar onun kokusu. o saatlerce uğraş verip hatırlayamadığınız tüm detayları önünüze serer. sanki birinden sağlam bir yumruk yemişçesine bir burun sızlaması ile aynı anda 10 tane sulugöz çiğnemenin verdiği göz yaşartma ile.

mümkünatı yok ama her özlemin sonu kavuşmayla bitsin diyelim; herkes sevdiğine kavuşursa ortalığın karışacağını, düzenin bozulacağını göz ardı ederek..



--- spoiler gibi de ama değil de ---

"en kötü kısmı ise onu unutmaya başladım. her gün onu hatırlamak için kendimi zorlamam gerekiyor.

öldürüldüğü gün liliana bana limonlu çay yapmıştı. gece boyu öksürmüştüm ve çayın iyi geleceğini söylemişti. bak işte, böyle aptalca şeyleri hatırlıyorum. sonra içime bir şüphe düşüyor:

çaya kattığı limon muydu yoksa bal mıydı diye.

bunun bir hatıra mı yoksa hatıranın hatırası mı olduğunu bilmiyorum."

--- bu kadar spoiler’dan kimseye zarar gelmez ---

18 Ekim 2012 Perşembe

selavi

oturmuşuz bir sahilde, güneşi batırıyoruz. ne sen konuşuyorsun, ne de ben. ama ikimiz de birlikte susmanın birlikte konuşmaktan çok daha güzel olduğunu biliyoruz. gözlerine bakıyorum, gözlerindeki denize. anlatıyorum sana, umursamıyorsun. ne söylesem sana boş gelir. gözlerindeki güzelliği göremiyorsun çünkü. susuyorum.

sessizce düşünüyoruz, uzaklara bakıyoruz. iki çay söylüyoruz, biri açık. ne çok yakıştı bu dize bize. ama sonra “ben hangi şehirdeysem, yalnızlığın başkenti orası” bizim dizemiz oluyor, ne acı.

derinden bir müzik çalıyor sanki. düşünüyoruz; yaşanmışlıkları, kırgınlıkları, acıları, hüzünleri. hiç de aklımıza güzel şey gelmiyor be! sanki hep üzüldük. sonra sakince "hayat bu incitir, hayat bu böyledir" diye geçiriyoruz içimizden.

susuyoruz ama sustuklarımız ve aklımızdan geçenler aslında hep aynı şeyler. ne senin dilin varıyor, ne de benim. sonra gök çatlıyor, bir yağmur başlıyor. deniz yarılıyor, belki ben ağlıyorum; ama sen gidiyorsun.

düşünüyorum; “ne kaldıysan senden geri, ne bulduysan daha yeni” diye. ne pişmanlık var, ne de içimde kalan bir şey. demek insan kendini hazırlıyor diyorum. kırgın değilim, kızgın hiç değilim. kendimden beklemediğim bi olgunluk gelip oturuyor içime, şaşırıyorum.

bir sigara daha yakıyorum, açık çayımın yanına. bir şarkı açıyorum. başka dillerde “hayat bu” ne demek acaba diyorum kendi kendime. c’est la vie’miş misal fransızcası, öğreniyorum sonra. selavi! çınlıyor kulağımda. sonra bir bir anılar kaybolmaya başlıyor. her şey tek tek siliniyor. selavi matmazel, selavi. ama gözlerin kalıyor…

önemli not: “ama”dan önceki tüm cümleler yalandır.



"ne söylesem sana boş gelir
ne çok görsen de sen az gelir
hayat bu incitir… hayat bu böyledir
ne kaldıysan senden geri
ne bulduysan daha yeni
gel hadi gör kendini
gel hadi daha bitmedi
ne söylesem sana boş gelir
ne çok görsen de sen az gelir
hayat bu incitir… hayat bu böyledir
ne kaldıysan senden geri
ne bulduysan daha yeni
gel hadi gör kendini
gel hadi daha bitmedi
gel hadi gör kendini
gel hadi daha bitmedi"





30 Temmuz 2012 Pazartesi

ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.


her dokunuş, her temas ruhta, tende iz bırakır. kimi zaman bir koku alır bizi uzaklara götürür. o koku öyle bir kokudur ki adeta bizi bir zaman makinesiyle ilk duyduğumuz güne ışınlar bizi. belki o anı hatırlamak için günlerce uğraş veririz de yapamayız. ama birdenbire gelen o koku bütün parçaları yerine oturtur. ya da kıvılcımı çakıp kaçar içimize ansızın. en eski, en derin yaramızı yeniden kanatır. 
benim masumiyet müzesi'ni çok sevmem misal bundan kaynaklanıyor. bir konser bileti, bir peçete, belki bir bozuk para, bir çakmak, teki kaybolmuş bir küpe nasıl da götürür insanı uzaklara. şaşırmışımdır hep bu tetikleyicilere. 


“ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.”
anayurt oteli'nden geriye işte bu cümle kalıyor. belki sayfalarca yazarak, saatlerce dinleyerek anlamlandıramayacağınız bir kavram tek cümlede özetleniyor. kendinizi yalnız hissetmenin, yabancılaşmanın romanı biraz da bu kitap. "dayanılacak gibi olmayan özgürlük", ruhsal çözümlemeler, monologlar derken bir solukta bitiveriyor.
kitap okurken fonda hafif bir müzik çalsın ister ya insan, ben de öyle yaptım anayurt oteli'ni okurken. rastgele bir şarkı açtım. tam da girişteki o vurucu cümleyi okurken shuffle mucizesi denen güzellik karşıma bebe-tu silencio çıktı. kim bilir ne zaman bulduğum bir albümdü, belki de daha önce hiç dinlememiştim hatta. gün bugünmüş. bebe’nin alıp götüren sesi ve “sessizlik, yalan söylemenin en zarif, en şık halidir” diyen tu silencio.


hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inananlardanım. o yüzden belki benim bilmeden yakaladığım bu uyumu siz de yakalamak isterseniz bu ikiliyi mutlaka birlikte alın derim. hatta beğenirseniz yola buika ile devam edin. 40 derece sıcakta bunalım edebiyatı okumak bana göre değil derseniz de "haklısınız" derim. herkes benim gibi ruh hastası değil sonuçta. ama mutlaka okuyun. ister bir kış gecesi, ister deniz kenarında ılık bir rüzgar eserken. gecikmeli ankara treniyle gelen kadın gibi, hep geç kalan o treni bekleyen zebercet gibi, roman basılırken ismi semra’ya çevrilen zibende* gibi roman kahramanları kaç kitapta karşımıza çıkar sorarım size?

* “faruk'un romanda semra diye okuduğumuz yengesinin adının, yazılışta zibende olduğunu öğreniyoruz. "zibende", yaraşıklı, yakışıklı, süslü demek. "zebercet"in anlamı da, zümrütten daha açık yeşil bir süs taşı. biri takıp yakıştıran, öbürü yakışan. yayımcının önerisiyle, zibende'nin adı "semra" olmuş. bu değişiklik olmasaydı -belki de yazarın kurduğu- 'yakıştıran-yakışan' ilişkisini de görecektik.”

17 Mayıs 2012 Perşembe

taktik ve strateji




benim taktiğim
sana bakmak
nasıl olduğunu öğrenmek
nasılsan öyle sevmek seni

benim taktiğim
seninle konuşmak
seni dinlemek
aramızda kelimelerden
yıkılmaz bir köprü kurmak

benim taktiğim
senin anılarına karışmak
nasıl ve ne sebeple
bilmiyorum ama
seninle karışmak

benim taktiğim
samimi olmak ve
senin de samimi olduğunu bilmek
seninle hiç -mış gibi
yapmamak, bu sayede
aramızda bir perdeye
ya da uçurumlara
izin vermemek

stratejim ise
taktiğimden biraz farklı
çok daha derin
çok daha basit

stratejim
nasıl ve ne sebeple
hiç bimiyorum ama
sonunda beni yanında
isteyeceğin o günü beklemek.



mario benedetti

13 Mayıs 2012 Pazar

annemden ozur dilerim



musadenizle cocukluguma dair hatirladigim en guzel anilardan birini anlatacagim. 5 ya da 6 yasindayim. yazlari gozumu acar acmaz sokaga kosuyorum. hakem bitis dudugunu calana kadar; yani aksam ezani okunana kadar da sokaktayim. sabahtan aksama kadar sokakta mesai yaptigimiz icin de bazi temel gereksinimlerimiz oluyor tabi. ve bazi arkadaslarimiz (kesinlikle ben degil) bu ihtiyaclarini "anneeaa ekmek arasi yap" ya da "aneeaa sepetle su sal" diyerek giderebiliyor. hatta eve gitmemek icin bos arsaya iseyenler bile var ki erkek olmanin ilk ve tek ozenilesi yanini bu zannediyoruz. 




annemi kizdiran ikinci sey de bakkaldan adi sani belli olmayan seyler almak. elimde cips gorse dunyayi basima yikar! hani su kartal arabalarin arkasinda kiloyla satilan gofretler vardi ya, ben yillarca onun hayaliyle yasadim. muzlu goflet hayali, saka degil. iste ben onu universiteye basladigimda yiyebildim. benim icin bir amsterdam olan bilecik'te bu ozgurlugu tattim. naylon torbada pazardan aldigim bayat gofreti tadinca annemin kiymetini bir kez daha anladim, o ayri. 

 yasaklar arzulari doguruyor malumunuz. hala meybuz yiyememis olmanin ezikligini hissediyorum misal. ki bugun ustune para verseler yemem. annemin evde yaptigi meybuzlari gizli gizli evde yemek (mahallenin cocuklarina madara mi olsaydim) hepsinden de guzeldi. 







bir de seyyar satici zaafim var ki sormayin. bunun da temelini o yillarda attim. cok sevdigim bir ersin karabulut hikayesi var tam da bu konuyla ilgili. altta gorselde de goreceksiniz. o pembe tatlidan ben de yiyemedim. acin acimdir ersin kardes! bugun dunyanin en guzel kunefesi, en sahane cikolatali kruvasani ve hatta en mukemmel cikolatali pastasi bile bana o tadini bilmedigim pembe tatlidan daha lezzetli gelmiyor arkadas. nasil islemisse bilinc altima. 





konuyu cok dagittik. buraya kadar hala okumaya devam edenlere tesekkurlerimi sunaraktan konuyu toparliyorum. dikkat cekmek istedigim noktalar var. annemin kizdigi iki sey var;




1.sokaktan ona bagirip bir sey istemek


2.sacma sapan seyler satin almak



yine sicak bir yaz gunundeyiz. babam isten gelene kadar sokakta son dakikalarimizi geciriyoruz. o aralar niyet diye bir sey cikmis. nasil anlatayim, fakir kinder surprizi desem? boyle 40-50 tane hediyenin oldugu bir kartela var. siz bir numara satin alarak karsiligindaki kutuyu kaziyorsunuz. ama ne hediyeler var. 18 vitesli dag bisikletinden, walkman'e kadar uzanan hayli genis bir yelpaze. nedense daha onlarin kimseye ciktigi gorulmemis. bize hep borunun ucundaki topu ufledigimiz garip nesne, ucundaki plastigi cekince ucan helikopterimsi sey, leblebi tozu gibi sikko seyler cikiyor; ama yilmiyoruz!





evet ne diyorduk, onemli olan niyet. simdi burdan sonra canlandirma teknigiyle ilerleyecegiz sevgili okurlar. kafanizda yaz sicaginda gunde elli kez iki cocuk tarafindan aksama kadar cildirtilmis bi anne dusunun. saatin de artik aksam 6-7 oldugunu. ki bu saatler babamin eve donme, annemin de yemek hazirlama ritueline denk geldiginden en civcivli saatler. ben de tam bu zaman diliminde zile basip "anneeaa cama cik" diyorum. bu hikaye su haliyle bile temiz bir kotegi hak ediyor; ama durmak yok yola devam! bundan sonraki diyalogumuz yaklasik olarak su minvalde ilerliyor;



-yavrum eve gel


-anneaa nolur biraz daha kaliym


-annecim baban gelecek


-anneea lutfeenn. 





(tabi is buraya gelene kadar annem ismar ediyor, goz ediyor; ama anlayan kim. o sevgi sozcuklerinin gaziyla ilerliyorum ben. cok sonradan ogrendim ki onlar birini dovmeden once gelen sinyallermis)


-anneaa para atsanaa


-cigdem eve gel


-annee lutfeenn 1000 lira at noluur


-cigdem eve gel diyorum!!





(derken kadraja alt komsunun kocasi giriyor. uc oglu var, hic kizi yok. bugun de oyle olmak kaydiyla beni kendi evladi gibi sevdigini soyluyor. ve yanima geliyor)



-ne istiyorsun cigdemcim ne oldu?


-bi sey alicam da annem para vermiyor. 


-tamam al ben vereyim.





yalandan iki olmazlaniyorum. sonra elimde parayla isik hiziyla bakkalda aliyorum solugu. hemen kaziyorum niyeti. vee karanlikta parildayan fosforlu vampir disi kazaniyorum! (ahahahaha sunu yazarken bile o kadar guluyorum ki. lutfen gozunuzde canlandirmaya devam) 



o sevincle eve kosuyorum. kapiyi caliyorum, agzimda vampir disi. ve tam o an isik sonuyor, o zaman sensorlu lambalar yok. annem kapiyi aciyor, agzimda parlayan disler, ve fade out! yedigim dayagin detaylarini veremeyecegim; zira annem de bu yaziyi okuyabilir :)








annem ozur dilerim, gercekten. su kadar komedyenlige ragmen hala beni seviyorsan bu zaten cok yuce bir insan oldugunun kanitidir. ki bu en masum anim. daha hastanelerden, yara berelerden, delik ensemden hic bahsetmedim.



herkesin annesi elbette kutsaldir. ama annemizi secme hakkimiz olsaydi yine seni secerdim ifotum. seni cok ama cok seviyorum. belki sana bir orkide alamadim; ama onun yerine sana "hastayim, biraz odamda uzanayim" deyip senden trip yemeyi goze alarak bunlari yazdim. umarim begenirsin. 


30 Nisan 2012 Pazartesi

beyaz yakaliya acik mektup


bak guzel kardesim,


cok sahane okullarda okumak, takim elbise giymek, luks restoranlarda ticket ile yemek yemek, sirket arabasina binmek senin isci oldugun gercegini degistirmiyor. 


aynali plazalar belki disardan iceriyi gostermiyor diye dusunuyor ve halini bilmiyoruz saniyorsan yaniliyorsun. biliyoruz ki sen de bizler gibi ay sonunu getirememekten sikayetcisin. senin de bankalara kredi, kredi karti borcun var. 





ister cuvalla maas al, ister atom parcala; emegini ortaya koydugun her is seni isci kiliyor guzel kardesim. yakanin rengine beyaz da desen, acik mavi de desen, pembe de desen; hatta abartip altin bile desen iscisin sen canim benim. 


sende klavye varsa onda levye var. sende mouse varsa onda cekic var. ama bu kol gucu-beyin gucu ayrimi da seni isci olmaktan alikoymuyor canimin ici. 




uctur bilerek sevgi sozcukleri kullaniyorum, bizim oralarda genelde tartaklamadan kisa bir zaman once insanlar birbirlerine "guzel kardesim" gibi beraberligi hatirlatici sifatlarla seslenirler (tesekkurler umut sarikaya). 






gel kim oldugunu kabul et. hakkini savun, boyun egme. direnen onurlu insanlarla mucadeleni surdurmen icin 1 mayis'ta haydi alana!


(1 mayis solcusu diyenleri de pesin pesin gozlerinden operim.)

23 Nisan 2012 Pazartesi

kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı!

"yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem 
ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı"



günün en sevdiğim öğünü hep kahvaltı olmuştur. ana öğünleri değil; ara öğünleri bile atlamayan biri olarak kahvaltıyı hep birinci sıraya koymuşumdur. bu kadar çok sevdiğim bu zaman diliminin de beni mutlu etmemesi evde olduğum sürece sanırım mümkün değil.


evde kahvaltı yapmak benim için hafta sonunun en büyük lüksü. özensizce hazırlanan kahvaltıları sevmediğimden (kesinlikle üşendiğimden değil) hafta içi evde kahvaltı yapamıyorum. hal böyle olunca da hafta sonu kahvaltıları pek bir coşkulu geçiyor. 




aslında yaptığım şey çok basit. sadece elimdeki malzemeleri biraz özenerek sofraya getiriyorum. bazen her gün yaptığınız şeyi bile değiştirebiliyor bu küçük ama hoş detaylar. peçetelere isim etiketleri eklemek, onları minik mandallarla süslemek, sofraya renk katacak yiyecekler eklemek (taze meyve pek güzel olur mesela) gerçekten bu mutluluğu katmerliyor.




yapılan şeyler gerçekten hiç zor değil. sadece biraz daha özenerek bir pazar kahvaltısını çok daha güzel hale getirebilirsiniz. güzel demlenmiş bir çay, bir de taze sıkılmış portakal suyu oldu mu ohh mis!

artık evlerde maalesef pek yemek yapılmıyor. çevremden gözlemlediğim kadarıyla öğle ve akşam yemekleri genellikle dışarıda yeniliyor. ya da daha korkuncu dondurulmuş, yarı pişmiş ürünlerle geçiştiriliyor. o nedenle bari yalnızca kahvaltıyı evimizde yapalım. dışarıda bir çeşit beyaz peyniri 8 ayrı kılıkta (susamlı, çörekotlu, biberli, naneli, zeytinyağlı vs.) önünüze getirip 40 çeşit ürünle açık büfe yaptığını sanan bir yerde kahvaltı yapmaktansa evinizi tercih edin. hafta içi de yanınıza bir beslenme çantası alın (evet, ben yapıyorum. herkes de çok gülüyor buna :) bir tost, biraz ceviz-fındık, süt, mısır gevreği, meyve vs. dışarıdaki bir çok şeye tercih edebileceğiniz şeyler. lütfen deneyin.

afiyet olsun :)